Gruplaşan İşyeri Hekimliği ve İş Güvenliği Hizmetleri ve Güçbirliği

Hangi mesleklerde, hangi özürü (hastalığı)
olanlar çalıştırılamaz ? Bunun kaynakçası nerede ?

Periyodik muayenelerde, ek laboratuvar tahlili olarak başvurulması
gerekenler, örneğin kan kurşun analizi vb nerede yaptırılır?

Mutfak çalışanları için alışılagelmiş mikrofilm + portör raporu uygulaması, “bulaşıcı
hastalığının bulunmadığını” kanıtlamak için yeterli mi?

Gürültülü işlerin yapıldığı bir işyerinde,
gürültünün düzeyine bağlı olarak kullanılması gereken kulak tıkacı ya da kulak manşonundan hangisi gerekli ?

Bütün bu soruları daha genel bir başlık altında toplayıp, diyebiliriz ki: İşyeri hekimine ve iş güvenliği uzmanına yol gösterici olması gereken “İş Sağlığı Güvenliği Destek Hizmet Sistemleri” acaba ülkemizde yaygın ve kullanılabilir durumda mı? Bunun yanıtı ne yazıkki hayır.

Bu yadırgatıcı bir yanıt. 12 yılı aşkın bir süredir Türk Tabipleri Birliği tarafından sürdürülen “işyeri hekimlerinin eğitimi ve yerleştirilmesi” programı, konuyu popülarize etmiş ve işyeri hekimlerinin yaygın istihdamını sağlamışken, bu hekimlerin “çalışma şartları ile görev ve yetkileri”ni anlatan yönetmelikte sıralan görevlerin yerine getirilememesi çok yadırgatıcı. O zaman işyeri hekimleri ne yapıyor ? Ne yazıkki, içlerindeki bir avuç iyi niyetli hekimin “sınırlanmış” çabaları bir yana, 13 yıl öncesinde olduğu gibi yalnızca “hastalanan işçilerin tedavisi” ile uğraşıyorlar.

Neden ya da bu tablodan kim sorumlu ? Bu soruya verilecek en basit, ama yetersiz yanıt kendileri . Gerçekten de, tıpkı “iyi niyetli” bir avuç işyeri hekimi gibi, hepsi de görevlerinin zorunlu kıldığı “koruyucu hekimlik” eyleminin içine girmelidir. Ama bu basit ve bir o kadar da “tekdüze” bir yanıt. Konuyu geliştirmeye de, çözüme de bir katkısı
yok.

Ama onların böylesi bir eylemin içinde olmamasının üç ana sorumlusu vardır: Bu üç ana sorumlu, çalışma yaşamının üç
sosyal tarafıdır: İşçi, işveren ve devlet. Ayrıksı durumlar (istisnalar) bir yana, bu üç ana sosyal taraftan hiçbiri, işyeri hekimlerinin
yasalarca öngörülen “tıbbi, tıbbi-teknik, kayıt-istatistik, işyeri dışı kuruluşlarla ilişki kurma” görevlerini hakkıyla yerine getirip getirmediğini denetlemiyor.

Herkes durumdan hoşnut olunca da, istatistikler yalan söylemeye başlıyor. Şöyle ki, ülkemizdeki meslek hastalıklarının sayısı, bünyece elverişli olmadığı işlerde çalıştırılanların sayısı hep düşük kalmaktadır: Tıpkı bir buzdağının görünen yüzü gibi.

Bu yalnızca işyeri hekimleri için mi böyle? Hayır iş güvenliği ile ilgili teknik kişiler, mühendisler de aynı sıkıntılarla karşı karşıya. Onlar da, “önlem alma” yoluyla bir çok tehlikenin önüne geçebilecekken, gerek el verilmediği için, gerekse destek hizmet sistemleri bulunmadığı için, “güvensiz üretim süreçleri”nde mesleklerini uygulamaya çalışmaktadırlar.

*

Çizdiğimiz bu görünüm sanki bir kısır döngü ya da çıkmaz sokak gibi görünüyor. Ama öyle değil ? Çünkü bu görünüm, “çağdaş”lıkla ve “yaşam”ın kendisiyle taban tabana zıt.

Her zaman birbiriyle eşzamanlı olmasa da 2 önemli olgu bizi zorluyor: Bunlardan birincisi “insan hakları belgelerinin çalışma yaşamına ilişkin hakları düzenleyen bölümleri”. Küçük yaşta çocukların, uzayan çalışma sürelerinde insanların ve tozlu-dumanlı-tehlikeli koşullarda hiç kimsenin çalıştırılamayacağını söylüyor. Bunu gerçekleştirenleri de, “çağ-dışı” ilan ederek zorluyor. İkinci önemli olgu, yukarıda saydığımız ve daha da yüzlercesini sayabileceğimiz koşulun, bazı işyerlerinde bulunup bazılarında bulunmamasını, bu işletmelerin serbestçe rekabet edebilmelerinin önünde önemli bir engel olarak görmesidir. Bu adaletsiz yarışa, “rekabet eşitsizliği” adını vermekte, eşitsizliği giderebilmek için, “boykot”tan, “ek vergi”ye kadar çeşitli yöntemlere başvurmaktadır.

Avrupa Birliği’ne nasıl uyum sağlayacağını henüz bilemeyen ülkemizin, önündeki önemli sorunlardan biri de işte bu 2 olgu.

Yine bizi bu görünümü değiştirmeye zorlayan bir başka olgu var: O da bu olumsuz çalışma koşullarının sonuçları. Yukarıda
saydığımız ve daha yüzlercesini sayabileceğimiz, sağlıksız – güvensiz çalışma koşulları, iş kazaları ile meslek hastalıklarına yol açmaktadır. Ülkemizde, yalnızca kayıt-içi sektörde 1998 yılında, 98.318 iş kazası, 1.055 meslek hastalığı meydana gelmiş; bunların sonucunda, 4.374 kişi bir daha hiç çalışamayacak hale düşmüş ve 1.473 kişi ölmüştür. Sürekli + geçici işgöremezlik sürelerini hesapladığımızda, 45.844.976 işgünü yitirilmiş olmaktadır.

Bu olumsuz koşulları ülkenin kaynaklarının israfı olarak niteleyip, trilyonlarca lira hesap çıkardığınız zaman belki yeterince etkili olamazsınız. Ama tek tek kazaya uğrayanların, işverenleri aleyhine açtıkları davalarda ortaya çıkan maddi+manevi tazminat olguları, sizi olmasa bile, onu ödemek zorunda kalanların dudaklarını uçuklatmaktadır.

Görülüyor ki, ülkemizde, bugünün koşullarında, çalışma ortamını sağlıklı-güvenli hale getirmek için, uyarılan ve canı yanan bir kesim vardır; o da “işveren”lerdir. Zaten geri dönüp, İş Yasası’nın 73.maddesine baktığımızda da, önlemlerin alınması ve yaşama geçirilmesinden birinci derecede işverenlerin sorumlu olduğunu görürsünüz.

*

İşverenlerin sorumlu olduğu bir konuyu, devlet hizmeti olarak öneremezsiniz. Ne işyeri hekimi ücretini devletten alabilir; ne de “iş sağlığı güvenlik destek hizmet sistemi” devlet tarafından örgütlenebilir. Bunu yapacak olan işverenler ve işletmelerdir. Güçleri tek başlarına yetmiyorsa, gruplaşarak yapmalıdırlar; bunun adına da güçbirliği deniyor.

“Ortak gemisi yürümez”, “El elin eşeğini türkü çağırarak arar” gibi nice atasözü vardır. Biz bunları “kişisel çözüm öneren atasözleri” olarak niteliyoruz. Bu sözler, toplumda o denli etkili olmuş ve davranışlarımıza sinmiştir ki, “eylemsizlik” tercih edilmektedir.

Ama yaşam dayatıyor. İşyerleri, kendilerini aşan sorunları birlikte çözmek zorunda olduklarını
görmeye başlamakta; ya da örnek olaylarla bu onlara gösterilmektedir.

60 işçi çalıştırdığı halde, işyerinin yakınında tam gün hekim bulundurmak isteyen işveren ne yapmalı ?! Aynı
büyüklükte 12 işyeri ile güçbirliği yaparak bir ortak sağlık birimi kursa, ek bir harcamaya gitmeden bunu başarabilir.

Bu güçbirliğindeki, katılımcı sayısını arttırarak ya da kendi katkı payına çok küçük ekler yaparak, tam gün hemşire, psikolog, eğitimci, iş güvenliği mühendisi de çalıştırabilir. Ayrıca bunları destekleyecek “iş sağlığı güvenliği destek hizmet sistemi” de oluşturabilir.

Bir “düş” kuralım. Bir bölgede bulunan ve işyeri ortak sağlık birimine katılan işyerlerine yönelik, “işyeri hekimlerinin çalışma şartları ile görev ve yetkileri hakkında yönetmelik”te sıralanan tüm görevlerine yerine getirecek bir ekibin kurulduğunu, araç – gereçle desteklendiğini ve yalnızca “Sanayide Sağlık Güvenlik Merkezi”nde değil, “Yürüyen Klinik”i ile işyerlerine de hizmeti ulaştırsın.
Yalnızca hastalananların tedavisi ile değil öncelikle, yasaların da öngördüğü koruyucu sağlık-güvenlik hizmetlerini yerine getirsin.

Devlet ya da uluslararası proje katkısı olmadan böyle bir “sistem” yürüyebilir mi? Evet, yürüyebilir. Bu bir “düş” değil, Fişek Enstitüsü’nün “aracılığı” ile ülkemizdeki 4 sanayi sitesinde kurulmuş ve varlığı yıllardır sürdürebilen bir sistemdir.

Önümüzdeki dönem, bu “güçbirliklerinin derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması” dönemidir. Küçük küçük birimler yerine, dev birimlere geçerek, “iş sağlığı güvenliği destek hizmet sistemlerini” de hükümet katkısı olmaksızın ayakta durabilecek hale getirmek dönemidir.